Einstein’dan Farklı Düşünenler

Yayınlandı: 03/04/2014 / Bilim ve Teknik Seçme

Özel Görelilik Kavram Yanılgıları mı İçeriyor ?

Modern fiziğin konularından biri olan özel görelilik kuramı, 19. yüzyılın sonunda birçok bilim insanının katkısıyla şekillenmiş, ancak Albert Einstein’ın 1905 yılında yayımladığı “Hareketli cisimlerin elektrodinamiği üzerine” adlı makalesiyle ilk defa olarak derli toplu ve anlaşılır bir şekilde sunulmuştu. Özel görelilik, postulatları yani önkabulleri ve sonuçlarıyla anlaşılması ilk etapta zor ama deneysel kanıtları bulunan ve matematiksel olarak karmaşık  olmayan bir kuramdı. Zaman dördüncü boyut olarak sunuluyor, ışık hızının sabitliği  önkabulü yapılıyor, elektromanyetik dalgaların yayılması için bir ortama gerek duyulmuyordu.

Üstelik önkabullerin geçerli olması için uzay-zaman garip davranışlar gösteriyordu. Einstein makalesini yayımladıktan sonra olumlu tepkilerin yanında başta akademik çevreden sonra halktan olumsuz tepkiler almaya başladı. Einstein karşı çıkışları siyasi bulduğunu söyledi.  Ancak akademik dergilere taşınan özel görelilik tartışmaları hiçbir zaman son bulmadı, hatta günümüze kadar devam etti. Halen akademisyenler, bilimsel kurumlar ve akademik  dergiler özel görelilik kuramını çürüttüğünü ya da kuramın önkabullerinin problemli olduğunu iddia eden mektuplar, e-posta mesajları, makaleler alıyor. Milena Wazeck gibi bazı bilim tarihçileri bu tepkilerin nedenlerine iniyor, Mitchell Feigenbaum, David Mermin gibi bazı fizikçiler ise özel göreliliğin Einstein’ın 1905 yılında yayımlanan makalesindeki gibi sunulmasını reddediyor.

dibujo20101218_albert_einstein_blackboard_emc2

Görelilik ve İlk Karşı Çıkışlar

New York Üniversitesi’nden araştırmacı Milena Wazeck, aynı zamanda Einstein’s Opponents (Einstein Karşıtları) adlı kitabın yazarı. Wazeck araştırmaları  sırasında Ernst Gehrcke’nin 1900’lü yıllara ait arşivini inceleme imkânı yakalıyor. Einstein’ın o yıllardaki en büyük eleştirmenlerinden olan Gehrcke, yüzlerce gazete kupürü, broşür ve mektup biriktirmiş. Daha çok Avrupa ve ABD’deki Einstein muhalifleri tarafından yazılan bu mektupları ve Einstein’a karşı planlı bir şekilde yürütülen antipropagandaya ait bir sürü yazılı belgeyi inceleyen Wazeck, göreliliğe karşı çıkma ve Einstein’ın sevilmeme sebeplerinin çok çeşitli olduğunu vurguluyor.

O dönemlerdeki tepkilerin biraz da alışkanlıklar  ve inanç sistemleri ile ilgili olduğunu görüyoruz. Uzay ve zamanın mutlak olması gerektiğinden, değişken bir uzay-zamanın sebep sonuç ilişkisini bozacağından hareketle kuramı reddedenler olmuş.  Geleneksel bir çizgi izleyen bilim insanları özel görelilikte esire (etere) gerek duyulmamasını eleştirmiş ve kuramı kabullenememişler. Elektrik ve manyetik kuvvetlerin yayılması için esir olmalı, bu kuram esiri yok sayıyorsa yanlıştır diyerek baştan reddetmişler. Milena Wazeck’ın kitabında Einstein karşıtlarının bir kısmı bilimin geleceği konusunda kaygı duyan insanlar olarak betimleniyor. Özel ve genel göreliliğe karşı çıkanlar sanki biraz da fiziğin temelleri kökten değiştiği için endişelenmişler.  Bir grup, bu modern kuramlarla fizik metafiziğe kayıyor ve bilimsellikten uzaklaşıyor diye endişe duyarken bir grup da bu kuramların getirdiği fiziksel açıklamalar metafizik inançlarıyla uyuşmadığı için karşı çıkmışlar. Bazıları fiziğin içerisine fazlaca matematik girince fiziğin gerçeklikten uzaklaştığını, bilimin anlaşılırlığının azaldığını savunmuş. Doğa bilimlerinin gerçeğin bilimi olduğunu, matematiğin doğa bilimlerine müdahalesini gerçeklikten uzaklaşma olarak nitelendirmişler. Milena Wazeck, Gehrcke’nin biriktirdiği belgeler arasında “Academy of Nations” (Milletlerin Akademisi) adında esrarengiz bir organizasyona ait belgelere de rastlamış. Einstein karşıtlarının uluslararası ağı olan bu organizasyonda birçok akademisyen bulunuyor. Kurucusu Arvid Reuterdahl organizasyon faaliyetlerine Einstein’ın 1915 yılında yayımladığı genel görelilik makalesindeki öngörülerin 1919’da gökbilimci Arthur Eddington ve ekibi tarafından deneysel olarak doğrulanması  üzerine hız veriyor. Zira genel göreliliğe gelen bu  destek Einstein’ı akademik bir yıldız haline dönüştürüyor.

411px-Arvid_Reuterdahl

Reuterdahl’ın Einstein’a tepkisi esas olarak kendi çalışmasına atıf yapılmadan alıntılar yapıldığına inanmasından kaynaklanıyor. Arvid Reuterdahl esire gerek duyulmadığını Einstein’dan önce kendisinin bir makalede ele aldığını iddia ediyor. Ayrıca birkaç yıl sonra uzay-zaman ile ilgili yazdığı bir makalesini incelemesi için İsveç’te bir profesöre yolladığını ve o makalenin Almanya’da bir  akademisyenin eline geçtiğini, olaydan bir yıl sonra da Einstein’ın genel görelilik makalesini yayımladığını söylüyor. Milletlerin Akademisi’ne, modern fiziğin yeni kavramlarını kabullenmek istemeyip bilimin elden gittiği endişesiyle üye olanlar da var. Milena Wazeck, bu organizasyonun ABD’deki üyelerinin ileriki yıllarda akademideki Yahudi egemenliği sebebiyle makalelerini  yayımlayamadıklarını  belirttiklerini ve organizasyon faaliyetlerinin  1930’lara kadar devam ettiğini söylüyor.

Göreliliğin Birinci Postulatı

Sadece eylemsiz gözlem çerçevesine özgü olduğu için özel önekini alan görelilik kanununun iki  postulatı var. Birinci postulata göre fizik kanunları   eylemsiz (ivmesiz – hızı değişmeyen) gözlem çerçevelerinin  hepsinde aynıdır. Gürültüsünü duymadığımız, içinde sarsılmadığımız ve dışarıya bakamadığımız  bir arabanın içinde olduğumuzu düşü nelim. Araba ivmeleniyorsa yani hızlanıyor ya da yavaşlıyorsa  üzerimize etki eden kuvvetleri hissederiz ve hareket halinde olduğumuzu  anlarız. Ancak araba sabit hızda gidiyorsa hareket  edip etmediğimizi anlayamayız. Duran bir araba ile sabit hızla  ilerleyen arabaların her ikisi de eylemsiz sistemlerdir ve her iki  gözlem çerçevesinde de fizik kanunları aynıdır. Özel göreliliğin  birinci postulatı olan bu önerme, Galileo’dan beri bilinir. Hatta  Galileo “Dünya’nın döndüğünü hissetmediğimize göre Dünya  hareket etmiyor, hareket eden Güneş” diyenlere eylemsiz gözlem  çerçevelerini açıklayarak cevap vermeye çalışmış. Dahası  Galileo duran bir sistemdeki bir olayın hareket halindeki başka  bir sistemden nasıl algılanacağının, gözlem sonuçlarının birbirine  göre sabit hızla hareket eden iki sistem arasında nasıl değişeceğinin  formüllerini geliştirmiş.  Galileo dönüşümleri denen ve yüzyıllardır kullanılan bu  formüller, her seferinde çok güzel işlemiş. Ta ki 1860’larda James  Clerk Maxwell tarafından geliştiren elektrik ve manyetik  alanlar arasındaki ilişkiyi özetleyen denklemlere kadar. Çünkü Maxwell’in denklemleri Galileo dönüşümleri sonucu aynı  kalmıyor. Öyle ise fizik kanunlarının hangi eylemsiz koordinat  sistemi kullanılırsa kullanılsın aynı olması gerekliliği sadece  mekanik formülleri için geçerli; elektromanyetik ve optik  formülleri için geçerli değil. Ancak bilim insanlarına göre doğa  kanunları arasında çifte standart olamaz Bu durumda bilim insanları  anlaşılması kolay olan ve yüzyıllardır kullanılan Galileo  dönüşüm formülleri yanlış olamaz, olsa olsa Maxwell denklemleri  yanlıştır düşüncesinden hareketle elektromanyetizmayı  sorgulamış. İşin garibi Maxwell denklemleri o zamana kadar  kuramsal olarak açıklama getirilemeyen gözlemleri, elektrik ve  manyetizma olgularını başarılı bir şekilde anlatıyor. Bu başarısından  dolayı Maxwell denklemlerinden kolayca vazgeçilemiyor. Hendrik Lorentz 1890’larda bu denklemleri Galileo dönüşümleri  altında değişmeyecek bir formata sokmaya çalışıyor  ve kendi ismiyle anılan Lorentz dönüşüm formüllerini buluyor.  Ancak Lorentz, bulduğu formüllerin elektromanyetizmaya özgü olmadığını fark etmediği gibi evrenimizde neye karşılık  geldiği üzerine de açıklamada bulunmuyor. “Tüm fizik kanunları  Lorentz dönüşümleri altında değişmezdir” açıklamasında  bulunan Henri Poincaré ve ardından Albert Einstein oluyor.

Albert Einstein, uzay-zamanı doğrudan Lorentz formülleriyle  anlatıyor ve yine “Hareketli cisimlerin elektrodinamiği  üzerine” adlı makalesinde belirttiği iki postulattan Lorentz formüllerine ulaşılıyor.  Göreliliğin İkinci Postulatı  Peki nedir Einstein’ın sunduğu ikinci postulat? İkinci postulat  ışığın boşluktaki yayılma hızının bütün gözlem çerçevelerinde  aynı olduğunu, ışık kaynağının ve gözlemcinin hareketinden  bağımsız olduğunu söyler. Einstein bu önkabulü öyle  düşündüğü için değil, o dönemki kuramsal ve deneysel sonuçlardan  yola çıkarak yapıyor.

Göreliliğin İkinci Postulatı

Peki nedir Einstein’ın sunduğu ikinci postulat? İkinci postulat  ışığın boşluktaki yayılma hızının bütün gözlem çerçevelerinde aynı olduğunu, ışık kaynağının ve gözlemcinin hareketinden  bağımsız olduğunu söyler. Einstein bu önkabulü öyle  düşündüğü için değil, o dönemki kuramsal ve deneysel sonuçlardan  yola çıkarak yapıyor.  Her şeyden önce ışığın elektromanyetik dalga olduğunu  gösteren Maxwell denklemlerine göre ışığın boşluktaki hızı, her zaman saniyede 300.000 km. Peki kime göre, neye göre  300.000 km/s? Cevap: herkese göre. Tabii bu şaşırtıcı sonuca  bir de ışığın esire göre hızı ölçülebilir mi sorusu ekleniyor. Vakumu doldurduğu ve elektromanyetik dalgaların içerisinde yayıldığı   ortam olduğuna inanılan esirin (eterin) varlığını kanıtlamak için 19. yüzyılda birçok girişimde bulunulmuş. Bu deneylerden  en meşhuru A. Michelson’ın hazırladığı, sonra E. W.Morley ile ölçüm hassasiyetini artırarak yinelediği masa üstü  deneyi. Deney Dünya’nın esir içerisindeki hareketinden dolayı  maruz kaldığı esir rüzgârının ışığın hızına olan etkisini tespit etmeyi hedefliyor. Esir var ise Dünya’nın dönüş yönüyle aynı yönde ilerleyen bir ışık demetinin hızının, zıt yönde ilerleyen ışık demetine göre daha fazla olacağı öngörülüyor. Ancak  Michelson ve Morley (M-M), deneyi yılın hangi mevsiminde, günün hangi saatinde tekrarlarsa tekrarlasın, düzeneğin yönelimini  nasıl değiştirirse değiştirsin ışığın hızında bir fark tespit edemiyor. Bu deney, gözlemcinin hızı ne olursa olsun ışığın hızını  aynı ölçeceğine bir delil olduğu kadar esirin yokluğuna da delil olarak gösteriliyor.  M-M deneyinin olumsuz sonucuna başarılı ilk kuramsal açıklama Lorentz’den geliyor. Düşünce oldukça basit. Hız, birim  zamanda katedilen mesafe olduğuna ve ışık hızı hep sabit olduğuna göre mesafe ve zaman sabit olmamalı. Daha doğru bir ifadeyle birbirine göre sabit hızla hareket eden gözlemciler, ışığın hızında hemfikir olduklarına göre ışığın hangi anda  ve hangi noktadan çıktığı konusunda hemfikir olmamalılar.

130BFDB4B               Hareket halindeki cismin duran gözlemciye göre  hareket doğrultusundaki boyunun kısalması  Lorentz’den bağımsız olarak G. F. Fitzgerald tarafından  1889’da öne sürülmüş. Fitzgerald 1889’da  maddenin hareket etmesi durumunda moleküller  arası   elektromanyetik kuvvetler sebebiyle büzüşeceğini  belirtmiş. Tabii formüllerin uyumluluğu  için mesafe kısalıyorsa zamanın eşzamanlı olarak  yavaşlaması -geçen zamanın daha kısa algılanması  gerekiyor. Durağan bir gözlemciye göre çok  yüksek hızda seyahat eden kişinin, hareketleri yanında  düşünme hızı, vücut fonksiyonları hep yavaşlıyor.  Lorentz’in sonuçları M-M deneyini açıklamak  için formüllerle oynayarak elde edildiği için  suni bulunsa da artık uzay-zamanın göreli olduğu  konusunda şüphe yok. En geçerli kanıtlardan biri  kozmik ışınlar içinde yeryüzüne taşınan muonlar.  Laboratuvarda da üretilebilen bu atomaltı parçacıkların ömrü iki saniyenin milyarda biri kadar. Ömrünü tüketip başka atomaltı parçacıklara  bozunmadan önce en fazla 600 metre yol kateden  muonların kilometrelerce atmosfer tabakasını  geçerek yeryüzüne ulaştığını görüyoruz. Öyle ise  muonların yüksek hızdaki kozmik ışınlar içindeki  seyahati muona göre iki mikrosaniye sürse de bize göre çok daha uzun sürüyor.

İkinci Postulat Gerekli mi?

Özel göreliliğin birinci postulatı herkes tarafından  kabul görürken ikinci postulata itirazlar daha o günlerde başlamıştı. Gerçekten ışık hızının sabitliği  göreliliğin temellerinden biri miydi? Lorentz dönüşümlerine bu önkabul olmadan ulaşılamaz mıydı?  Işık hızının sabitliğine gerek olmadığını ilk söyleyen  Herman Minkowski oldu. Minkowski, uzay ve  zamanın ayrı iki olgu olmadığını, zamanın (t) sanal  koordinat, üç uzay boyutunun (x, y, z) diğer koordinatlar  olarak ele alındığı 4 boyutlu uzay-zaman tanımı  yapan ve özel göreliliği geometrik bir formatta  sunmasıyla bilinen bilim insanıydı. Sanal sayılara ve basit trigonometrik hesaplara aşina bir kişinin
rahatlıkla anlayabileceği Minkowski’nin uzay-zamanı  hemen kabul gördü. Ancak Newton mekaniğinin geçerliliğini koruması için yapısı homojen (her yerde aynı) ve izotropik (her yönde aynı) kabul edilen uzay-zamanın ne tür matematiksel dönüşümler
geçirebileceğini inceleyen matematikçi ve fizikçiler  grup teoriyi kullanıyordu. Minkowski’nin 1907 yılındaki çalışmasını Ignatowski’nin 1910 yılındaki çalışması izledi. Çok bilinmeyen bu çalışmada Ignatowski yine ışık hızının sabitliğine gerek duymadan grup teoriyi kullanarak Lorentz dönüşümleri formüllerine ulaşıyordu.  Literatüre baktığımızda bu konunun 1960’larda  V. Mitavalsky, J.M. Levy-Leblond, A. R. Lee, T.  M. Kalotas tarafından tekrar ele alındığını görüyoruz. Zamanımızda ise özel göreliliğin ikinci önkabulünün
gereksiz olduğunun savunucuları arasında öne çıkan bilim insanlarından biri Rockefeller Üniversitesi’nden Mitchell Feigenbaum. Feigenbaum Minkowski’nin uzay-zamanından değil ta Galileo  dönüşümlerinden başlıyor. Feigenbaum, 2008 tarihli “Galileo’nun çocuğu” adlı makalesinde Galileo  eğer bugünün ileri matematiğini bilseydi çalışmasını nasıl ilerletirdi sorusuna cevap arıyor.
Bu epistemolojik alıştırmasıyla ışık hızının sabitliği önkabulüne başvurmadan göreliliğin sonuçlarına ulaşabiliyor.

255

Feigenbaum, alıştırmasında üç gözlemcinin (A, B, C) birbirine göre hareketini ele alıyor. A’nın referans sisteminin  B’ninkiyle hizalandığı, yani A ve B gözlemcilerinin doğu, batı, kuzey güney konusunda hemfikir olduğu durumu ele alıyor. B gözlemcisinin referans sisteminin C’ninkiyle hizalandığı durumda  C’nin referans sisteminin A’nınki ile otomatik olarak hizalanmış olacağını düşünebilirsiniz. Ancak Feigenbaum, matematiğin  illa ki bunu gerektirmediğini ve işlemlere bu gereklilik  olmadan devam ettiğinde ışık hızının sabitliğini kullanmadan da özel görelilikteki uzay-zaman denklemlerine ulaşıldığını  söylüyor. A ve C’nin referans sistemlerinin birbirine paralel  olduğunu kabul ettiğinde ise Galileo dönüşümlerini elde ediyor. “Işıksız görelilik” makalesiyle tanınan Cornell Üniversitesi  öğretim üyelerinden David Mermin, Feigenbaum’un çalışmasını ilginç bulduğunu ve göreliliğin bir şekilde ışıkla ilişkilendirilmesini yaygın bir yanlış anlama olarak nitelendirdiğini belirtiyor.

Esirli (Eterli) Kuramlar

Yine ikinci önkabul ile ilintili olan esir kavramı ve esirin olup olmadığı konusundaki tartışmalar 1900’lerden günümüze devam etmiş. Einstein, özel göreliliği ele aldığı makalesiyle  aynı yılın Mart ayında yayımladığı bir başka makalede ışığın enerji paketçiklerinden oluştuğunu belirtiyor. Ve ışığın bu  tanecikli yapısından yola çıkarak bir metalden nasıl elektron kopardığını anlatıyor. Bir süredir ışığın dalga yapısını sorgulayan  ve doğrulayan deneylerin yapıldığı, ama bir yandan da kuantum kuramının geliştirildiği o önemlerde Einstein’ın tekrar  ışığın tanecikli olduğunu savunması çok da garip değil. Ancak bizim bu noktada belirtmek istediğimiz ışığın minik taneciklerden oluştuğunu söyleyen birinin, cisimler arasındaki etkileşimin gerçekleşmesi için esir gibi bir ortama gerek duymamasının gayet normal olması.

Uzun yıllar bilim insanlarının esirin varlığı konusundaki ısrarları esiri mutlak referans sistemi olarak görmelerinden kaynaklanıyordu.
Esir, içerisinde bulunan cismin hareketinden etkilenmemeli  dolayısıyla ölçüm yapılırken referans olarak kullanılabilmeliydi.
Ancak 1818’de esir fikrini benimseyen bilim  insanlarından Augustin Jean Frensel, boşluktan başka bir ortama nüfuz eden esirin dışarıdaki evrensel esire göre farklı davranacağını  ve ortam hareket ediyorsa ortamla birlikte sürükleneceğini öne sürdü. Fresnel bu fikri ışığın kırılma indisiyle ilişkilendiriyordu.  Işık farklı bir ortama girince ilerleme doğrultusunu değiştirir. Işığın bu kırılması geldiği ve girdiği ortamlardaki hızlarının oranı olarak verilen kırılma indisine bağlıdır. Örneğin havadan suya geçişteki ışık kırılmasını hepimiz
su dolu bir bardaktaki çay kaşığında tecrübe etmişizdir. Ancak  Fresnel ışığın kırılma miktarının su hareket ediyorsa değişeceğini
öne sürüyor ve kırılma indisindeki farklılaşmayı esirin  farklı ortamlarda değişik miktarda sürüklenmesine bağlıyordu. Fresnel’in bu hipotezi H. Fizeau’nun yaptığı deneyle doğrulandı.  M-M deneyine benzeyen düzenekte yine ışık demeti yarı saydam bir ayna ile ikiye ayrılıyor, eşit mesafeleri kat ettikten  ve aynalardan yansıdıktan sonra bir noktada birleşiyor, ışık dalgaları üst üste biniyor ve girişim deseni oluşuyordu.  Işık hızları arasında esir içerisindeki hareketten dolayı faz farkı oluşur ise girişim deseninde farklılaşma olacaktı. Bu faz farkı  gerçekten Fizeau’nun deneyinde gözlendi. Bu deneyde M-M deneyinden farklı olarak ışık demetleri yolları üzerinde farklı yönlerde akan su dolu tüpler içerisine giriyordu.  George Stokes gibi esirin tamamen sürüklendiği ve bu yüzden
yakalanamayacağını öne süren bilim insanları da vardı.  Hatta Stokes Fizeau deneyinin aksine esirin olmadığını gösteren
M-M deneyini hipotezine kanıt olarak gösteriyordu.  Stokes’a göre M-M deneyi esirin olmadığını değil, içerisindeki hareketli cisimle birlikte tamamen sürüklendiğinin kanıtıydı.
Farklı hipotezlerin farklı deneylerle desteklenmesinden doğan çelişkinin çözümü olarak Lorentz’in M-M deneyine verdiği açıklama gösterilir. Çünkü her iki deneyin sonucu da uzayzamanın  göreliliği ile açıklanabiliyordu. Henri Poincaré Bilim  ve Hipotez kitabında doğanın bizimle bir çeşit oyun oynadığını ve esrarengiz bir probleme (esire) çözüm ararken başka esrarengiz bir problem (uzay-zamanın göreliliği) ile karşılaştığımızı  belirtir. Hatta bu düşünce üzerine Poincaré “maddenin  göreli hareketini saptamak imkânsızdır” diye tanımlanan görelilik prensibini öne sürer.  Esir o zamanlar optik kavramlarla ilişkilendirilirken artık akışkanlar mekaniğinin ve katı hal fiziğinin kavramlarıyla ilişkilendiriliyor.  Dolayısıyla 1900’lerdeki optik deneylerinin yerini günümüzde bu alanlardaki deneyler alıyor. Maddeye atomik  boyutlardan değil de uzaktan bakınca, kuantum mekaniğiyle açıklanan mikroskobik yapının uzay-zaman gibi süreklilik  gösterdiğini biliyoruz. Bazı bilim insanları bu benzerlikten yola çıkarak esir kavramını içeren uzay-zaman modelleri sunuyor.

adsız

Deneysel fizikçiler kristal yapı gösteren katılarda  ve çok düşük sıcaklıklarda sıvı özelliğini gösteren maddeleri incelediklerinde ses dalgalarının ışık kuantası (foton) gibi davrandıklarını gözlediler.  Isıl titreşimler ses dalgalarının foton gibi davranmasını engelliyor, ancak sıcaklık mutlak sıfıra  yaklaştıkça ses foton gibi davranıyordu.  British Columbia Üniversitesi’nden William Unruh, 1981’de akışı düzgün olmayan bir sıvıda  sesin ilerlemesi ile ışığın kütle etkisiyle eğrilmiş uzay-zamandaki ilerleyişi arasında benzerlik kurdu.

Durgun ya da düzgün akan bir sıvı içerisindeki  kuantum parçacıkları olan fononların davranışı kütleden uzak düz uzay-zamanda fotonların davranışına  benziyordu; fononlar değişmeyen bir dalgaboyu,  frekans ve hızda ilerliyordu. Ancak düzgün hareket etmeyen bir sıvıdaki fononun hızı değişiyor  ve sünerek fononun dalgaboyu artıyordu. Karadeliklerdeki Hawking ışımasındaki fotonun  dalgaboyunun artması gibi. Bazı fizikçiler sıvıda  oluşan bir girdapta ses dalgasının bükülmesi deneyleri ile bir yıldızın, bir karadeliğin kütleçekimiyle ışığı nasıl büktüğünü anlama yoluna gittiler. Ancak bir sıvının moleküler yapısının fononları nasıl etkilediği tam olarak bilinmiyor. Maryland  Üniversitesi’nden Theodore Jacobson, fononun dalgaboyu ile moleküller arası uzaklığını karşılaştırarak  hangi fonunun nasıl davranacağını anlamaya ve bu bilgiyi uzay-zamana uygulamaya çalışan  bilim insanlarından sadece biri. Paris-Sud Üniversitesi öğretim görevlilerinden Renaud Parentani, genel göreliliğin konusu olan karadeliklerdeki kuantum etkilerini araştırıyor ve fononların düzgün akmayan bir sıvı içerisindeki hareketinin karadeliklerde oluşan bazı olgulara açıklama getireceğini düşünüyor. Ama sonuçta tüm bu çalışmalar uzayzamanın mikroskobik bir yapısı olduğunu öngördüğü için esirin varlığına inanmayı gerektiriyor.

Wazeck’in “Einstein’ın sevilmeyişinin sebepleri çok çeşitli ve bir iki sebebe indirgemek zor” tespiti doğru, ancak bu tepkilerin politik ve inanç boyutu daha çok 1900’lere has gözüküyor. Özel göreliliğe karşı tepkilere gelince Lorentz dönüşümleri ve uzay-zamanın göreli olduğu herkesçe kabul görüyor. Ancak ışık hızının sabitliği önkabulü göreliliğe ulaşmak için gerekli değil diyen bilim insanları
var. Ancak bu tür iddiaların arkasındaki kuramların matematiği daha karmaşık olduğu için acaba bu kuramlar Ockham’ın usturasına mı takılıyor?   Aynı argüman esirli kuramlar için de geçerli. En basit açıklama doğruya en yakın olandır diyen ve  bilimsel etodolojide sıkça uygulanan Ockham’ın usturası, en basit kuramın en doğru olduğunun garantisini vermese de mevcut kuramlar arasında
üstünlük kriteri olarak kullanılıyor. Bu kuramlar, Einstein’ın sunduğu şekildeki göreliliğe büyük bir fark atmadıkça ve de deneylerle desteklenmedikçe hep tıraşlanacaklar gibi gözüküyor.

Bilim ve Teknik

Zeynep Ünalan – Ekim 2011

Yorum bırakın